27 Nisan 2014 Pazar

Içindekiler 04 - Yansımalar


Her şeyin içindeki sen'ler.
Sen olarak yansıyan şeyler.


Düşününce, aslında ilişki içinde olduğumuzu sandığımız şeylerle ilişkimiz, içerde anlamlandırdığımız kadar.
Herkes, her şeyi farklı yaşayıp anlamlandırıyor çünkü.

Içine doğduğu ortam, seni yetiştiren aile, o ailenin alışkanlıkları, içinde yaşadığı toplumun bireyler üzerindeki tortusu ve bunların ışığında verilen sayısız karar...
Kişinin binlerce farklı zincirleme karar ve bu kararları takip eden sonuçlarla gelebileceği yeri düşün. Sınırsız sayıda ihtimal.

Hepimiz, baktığımız şeyde anladığımız kadarını ya da anlamlandırmak istediğimiz kadarını görüyoruz. Çünkü herkesin referans çerçevesi, yaklaşımı, yoğurt yiyişi birbirinden değişik.

Herkes aynı resimde başka bir şey görüyor.
Sen mesela, sadece senin tarafından bakılabilecek bir şekilde bakıyorsun o resme.
Sadece senin tarafından o şekilde görülüp anlamlandırılıyor.
Sadece sen o anı o şekilde yaşıyorsun,

Hiçbirimizin fabrika ayarları aynı değil.
Hepimiz benzer yaradılışta olsak da algımız hep farklı.

Çürüyen bir sebzeye bakan insanlar koku ve pisliği düşünürken sen çürümenin yeni başlangıçlar olduğunu düşünüyorsun belki de. Herkes yıkılmaya yüz tutmuş olan bir binanın kalıntılarını görürken, binadan kalan taşların oluşturduğu yüzü sadece sen fark ediyorsun. Senin gördüğün, yaşadığın, deneyimlediğin şeyleri, kimse, ama hiç kimse senin gibi deneyimlemiyor....onların sende, senin onlarda, her şeyin sende bıraktığı tüm anlar benzersiz.

Sen, bugüne kadar aldığın trilyon kararla kimsenin yürümediği bir yolda yürüyorsun...ve algıladığın her şeyde bunun kanıtlarını görmek mümkün. 

Müziği düşün mesela...ne kadar iyi geldiğini...bazı şarkılardaki bazı bölümlerin seni nasıl yükselttiğini...başkaları başka yerlerini sevse, bazıları sevmese, bazıları hiç bilmese bile sana ne kadar güzel ve anlamlı geldiğini.
Çünkü aslında kimse senin algıladığın şekilde, senin anlamlandırdığın biçimde, senin sevdiğin gibi sevmiyor.

O gördüğün şey, onun sende yarattığı etki, senin o şey üzerindeki yansıman işte.
Mutluluğun o şeyi o şekilde görmekten, görebiliyor olmaktan geliyor aslında. 




Mesela 'garip'.


Içinde kendini kaybettiğin, ama anlamlı bir kayboluş yaşadığın şeyler.

Çok küçükken garip şeyleri pek anlamlandıramazdım.
Üzerinde durmak isterdim ama kafam binlerce şeye aç olduğu için garip'in üzerinde durmazdı pek.
Zamanla, şeyleri öğrendikçe bazı konuları (kendimce) anlamaya başladım ve tercihler oluştu.
Çünkü artık şeyleri birbiriyle karşılaştırılabilecek bilgiye sahiptim.
Tükettiğim şeylerin ne olduğunu anlamış ve kıyaslayabilecek kadar çok, farklı şeyi bilinçli bir şekilde tüketmiştim.
Televizyonda izlediğim şeyler artık benim için eğlenceli renkler değil, biraz daha anlamlı şeyler olmuşlardı.

Artık seçmeye başlamıştım...

Bazı şeyleri diğerlerinden daha az, bazılarını daha çok seviyordum...nedenini bilmiyordum ama öyleydi...tabii bir çok şey başkalarının ne sevdiği üzerinden değerleniyordu başlangıçta...hatta belki de ilk dönemde uyum sağlamak istediğim için daha çok da olabilir...ama bunlar zaman içinde kendi tercihlerime dönüşmeye başladı...sevdiğimi zannettiğim bazı şeyleri sevmediğimi anlamam da bu döneme denk geldi tabii. 

Sonrası arayıştı hep...

Zamanımı kendi sevdiğim şeyleri aramaya harcadım.

Bu şeylerin en büyük ortak noktası garip olmalarıydı bence.
Normal, gerçek şeylerden haz etmedim hiç bir zaman.
Gerçeklik bana hep gerçek dışı geldi,
ya da benim gerçekliğimin dışında olsun istedim.

O yüzden önce garip şeylere, sonra da gerçek şeylerin içindeki garipliklere döndüm.
Orada daha da garip şeyler gördüm....

Bir süre sonra görüşüm iyice değişti.
Artık otomatik olarak 'garip'e kilitlenebiliyordum.

Ayıptır söylemesi bir gün Tokyo’da bir parka gittim...sonra da acıkıp parktan çıktım.
Yürürken bir duvarın önünde yaklaşık 5 dakika durdum. Çok garip görünüyordu çünkü.
Sonra fotoğrafını çektim ve şöyle düşündüm, "Buraya geldigimden beri binlerce güzel şey görmüşken neden bunun fotoğrafını çekiyorum?" "Neden tapınaklar değil de bu kimsenin bakmayacağı duvar? Neden böyle şeyler?"

Baktığımda gördüğüm şey herhangi bir duvardan öte bir şey miydi ki?
Bu duvarda gördüğüm şeyi mi seviyordum? Yoksa sevdiğim şeyi mi duvarda görüyordum?
Duvarla aramdaki bu özel ilişkiyi nasıl anlamlandırmalıydım?
Sadece bu duvarda değil, her şeyin içindeki 'garip'lerde?
Zihnim gördüklerim arasında neden böyle şeyleri diğerlerine göre daha önemli buluyordu?
Baktığım şey duvar mıydı, ben miydim?

Bu garip biçimli duvar, ayın yüzeyindeki çığlık atan adam, üçüncü basamaktaki içinden çıkılamayan karo...hepsindeki anlam "benden" gelip "benden" kaynaklanıyordu.

E, o zaman bu baktığım şey, aslında bendim.
Kendime dair bir ipucu kadar küçük olsa da bana bakıyordum.

Hayatım boyunca ilgimi çeken tüm 'garip'ler şimdi çok güzel bir anlam kazanıyordu.

Bunca zamandır aslında hep kendime baktığımı fark ediyordum.
Baktığım her şeyin üzerinden yansıyordum başından beri...
Ve bunu alelade bir duvarın önünde salak gibi dururken anlıyordum.

Baktığım her şeyden yansıyordum.





19 Nisan 2014 Cumartesi

Yetenek üzerine 01

Yeteneğin abartılmış bir kavram olduğunu düşünüyorum.
Küçümsediğimden söylemiyorum ama yeteneğin bu derece elit bir kavram olması canımı sıkıyor. Sanki sadece bir gruba aitmiş gibi...
Tabii ki birileri diğerlerinden öne çıkabiliyor olabilir ama o şeyin yapılmasının özel bir yetenek gerektirdiği fikrine başkalarını zorlamak ağrıma giden.
Çünkü bu anlayış, açıkça 'bir şeyleri yapamazsın' demek.
"yapma, izin vermiyorum" gibi de değil, "hayatın boyunca, asla yapamayacaksın" gibi.
Halbuki her şey öğrenilebilir...ama yavaş ama hızlı.
Kişi zamanla öğrendiği şeyleri yorumlamaya başlar...sonra olaylar gelişir zaten.
Evet, bazen uzun zamanlar alır süreç ama öyle bile olsa sonunda bir yerlere gelinir.
Bu, her yolun açık olduğunun kanıtı değil midir?

Bireyler olarak küçük şeylerden büyük sonuçlar çıkarmamız gerekir her şeyin anlayışına ulaşmak için.
O yüzden bireysel anlamda bilimsel verilere değil, üzerinden yürüyebileceğimiz olasılıklara ihtiyaç duyarız. Somut dünyada karşılığı yoksa bile zihnimizin gerçekliğinin onu 'olabilir' kabul etmesi yeterlidir.
Bir milyon insanın datası yerine bir kişinin umudunu görmek yeter bazen.
Bir şeyin yapılabilir olduğunu bilmek o umuttur işte...
Her şeyin yapılabilir olduğunu görmek demektir bu.

Eğer kendimizi sadece bazı şeyleri yapabilir olarak düşünürsek şüphesiz ki sadece bazı şeyleri yapabiliriz. Ötesi bizim için tabularla, korkularla, endişelerle doludur.
Daha önce hiç yapmadığımız bir şeye yaklaştığımızda 'acaba yeteneğim var mı?' diye düşünürüz.
Yapabildiğimiz şeyler aşağı yukarı belli olduğu için onun büyük ihtimalle 'yapılamayacaklar'dan biri olduğunu düşünme eğilimimiz olur.
Ve 20 dakika sonra o şeyde bir Mozart olamayacağımızı anlayıp bırakırız o şeyi...

Halbuki şeyler daha fazla çaba isterler.
Öğrenme isteği, odak ve emek isterler bizden.
Bunu düzenle yapmamızı beklerler. Soğumamak, hep hatırda kalmak...
Ancak bunları yerine getirdiğimizde bizi daha yüksek bir bilinçle ödüllendirirler bizleri.
Sadece gereken zamanı ve çabayı verip, o şeyin yapılabilir olduğunu düşünmektir aslen ihtiyacımız olan.

2 Şubat 2014 Pazar

Içindekiler 03 - Kendini hırpalama sanatı

Bu, çok düşünen insanların uzmanlık geliştirdiği konulardan...

Çünkü 'evet yaa, her şey çok güzel' demiyor insan bi türlü...
Diyemiyor çoğu zaman...diyemediğini de fark edemiyor.
Küçük küçük bir sürü şey sırayla, koro halinde, öyle ya da böyle ele geçiriyor mikrofonu. Zihnimizde taraf tutmamız gerektiğinde kötü ihtimali düşünüyoruz biz de...

Bak şimdi, çocukken çok iyimsersin...
Hep iyi şeyler olacak zannederek yaşıyorsun uzunca bir süre.
Ama sonra hayal kırıklıkları yaşamaya başlıyorsun.
Yapamadığın şeyler, büyümen nedeniyle artık ailenin her şeye 'evet' dememesi travmatik
bir dönem başlatıyor olabilir....olmaya da bilir tabii.

Küçükken düşündüğüm, hayalini kurduğum şeyler tam hayal ettiğim gibi olmazdı hiç.
Hatta bir süre sonra olasılıkları düşünmemeye karar vermiştim.
Çünkü aklıma gelen, 'böyle olur herhalde' dediğim şeyler, gerçekleşme hakkını kaybediyordu...olmuyordu.

Velhasıl, bu ve benzeri birsürü şey yüzünden kendimizi 'olası kötü sonuca' alıştırmaya çalışıyoruz sonunda bir kez daha üzülmemek için.

Ne olursa olsun olumsuz bir koşullanma eğilimi içindeyiz.
Bu yüzden de bu ve benzeri yetersizlik sanrılarıyla kendimizi hırpalayabiliyoruz.
'Benim iş zaten olmaz' düşünceleri birleşip içerde tatsızlık yaratıyor yani.

Bundan haz almak da ayrı bir yanı olayın...
'Şu anda üzülmem gerekiyor' hissiyatı, diğer tüm 'şu anda şöyle yapmam gerekiyor'lar gibi tehlike. Tabii mesela yabancı bir kültürde yeni şeylerle tanışırken bu şekilde davranmak mantıklı,
Ama kendini bir üzüntü döngüsünde sürekli mutsuz tutmak yanlış.

Sen kendine gönüllü olarak acı çektiren bir kişisin diyebilir miyiz?
Belki....yer yer.
Kötü zamanlarda daha fazla.

Ama aslında membaına insek mutluluk, neşe arayan birisin de diyebiliriz...hatta öylesin.
Bu iki anlayış, aynı kafada nasıl var olabiliyorlar...bunu düşünmek lazım.

Bir de kendini cezalandırma kısmına gelmek lazım bi noktada.
Burada çok önemli ve üzerine çok düşünmediğimiz bir konu var.
Cezayı çekenin de verenin de aynı kişi olması.
Sen.

Tabii ki acı çekerken o acıyı hak ettiğini de düşünebilir insan.
Bir süre o durumda kalması gerektiğini.
Çünkü yaptığı şeyin bir cezası olduğunu düşünür bazen kişi...ama o cezanın ne kadar olması gerekir?
Ne kadar süre üzülmeli, kendini cezalandırmalıdır kişi?
Ve bunu nasıl bir şiddette yapmalıdır?
12 yaşında bir çocuğun dünyayı algıladığı şekilde üzülüyor olabiliriz hala....
Ve bu biraz fazla olabilir.

Ne kadar ceza çekmemiz gerektiğini, bu cezanın ne süreyle devam etmesi gerektiğini de düşünmüyoruz pek.
Cezanın ne zaman yeterli olduğuna uyanamıyoruz bir çok kez.
Bazen öyle oluyor ki, "ceza yetti artık" diyoruz ama kemikleşmiş bir alışkanlığa dönüşmüş oluyor, kurtulduk sanıp kurtulamıyoruz.
Ama ne olursa olsun, hak etmiyoruz bu kadar ağır bir muameleyi. (şimdi eminim kendi içinde bi yerlerde 'aslında ben hak ediyorum' diye düşünüyorsundur...)

Aslında kendimizi yıprattığımız tüm bu konular kendi kendine satranç oynayan birinin hamleleri gibi. Kendi açıklarını en iyi sen biliyorsun sonuçta...o yüzden kazanamayabilirsin çoğu zaman...
Ama kazanman gerekmiyor.
 Bu tarz bir düşüncenin anlamsız olduğunu fark ettiğinde içeriği önemsiz hale gelecek zaten senin için.

Ama bunlar zaman alacak...

O arada kendinle ilgili iyi hissetmelisin.

Kendinden şüphe etme.
En çok güvenmen gereken kişi sensin.

Hayatına girecek yeni şeyler için endişe değil, mutluluk duy.
Yaptığın şeylere hata bulmak için değil, içlerinde kendini yeniden keşfetmek için bak.
Söyleyeceğin şeyleri karşındaki nasıl anlar diye değil, sen öyle hissettiğin için söyle.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Şeyler, üzerlerine yapıştırılan anlamlar ve olasılıklar

Şeyin, bir şeyden çok daha fazlası oluşu; insanların, toplumların o şeylerin üzerine yapıştırılmış anlamlar nedeniyle son bulması, yok oluşu.

Şeyler, üzerlerine yüklenen anlamlarla yapı, şekil değiştirirler. Üzerlerine yapışan kavramlar o şeyleri aslında olmaları gerekenden daha hayati, daha asil, daha gerçekçi ya da daha üzücü yapabilirler.

Bu üst değerler, kavramlar, anlamlar yönetir hayatlarımızı...Bir sembol için yaşarken bir diğeri için ölebiliriz düşünmeden. Ve aslında ne için öldüğümüzü anlamayız bile.

Bu üst anlamlar yeniden yaratılabilir, yeniden şekillenebilir. Böylece yeni bir gerçeklik, yepyeni bir biçimde bir kez daha hayat bulabilir. Ta ki kendi katillerini yetiştirip günün birinde yeni bir gerçekliğe teslim oluncaya dek...

Günümüze kadar ulaşan fikirlerin, inançların, gerçekliklerin en büyük başarısı uğruna savaşacak insanlar yaratabilmesi olmuştur. Insanlar bu konuları kendi davaları haline getirdikleri için kavramlar yaşamayı sürdürmüştür inatla

Ancak ne var ki tüm değerler, üst anlamlar;
bahsi geçen anlamların içi boşalınca çöküşe geçer, zamanla da yok olurlar....


Şeyler, nasıl gerçek olur?                          

Bir ortak gerçekliğin, üst anlamın yaşamasının ön koşulu anlaşılır, kabul edilebilir oluşudur. Bunun da öncesinde bahsi geçen kavramlar, yeni şeyler 'olası' olmalıdır. Inandırıcı olmayan şeyler her zaman 'daha zor' gerçekleşirler. Sadece bir grubun ya da kişinin anlamlandırabildiği fikirler o kişilerle birlikte ölmeye mahkumdur. Tabii 'bilinmeyen' üzerine konuşuluyorsa bunlar bir sorun teşkil etmez. Bu alanda her şey olasıdır. Her şey gerçekleşebilir. Yeter ki o şeye, o yeni anlama, düşünceye, yaklaşıma inanacak insanlar; ve o insanları inandıracak, herkesin dilinden konuşan bir kanı önderi olsun.

Ama varolan gerçekliği bükmeye çalışıyorsanız, olası gerçekliklerin en yakınından girmek en mantıklısı olacaktır. 



17 Ağustos 2013 Cumartesi

Dünya nasıl değişir? - düşünceler, etkileşim ve gelecek üzerine




Düşünceleriniz, sizin düşünceleriniz değildir.
Toplumun, ailenin, arkadaşların, MTV'nin mesaj bombardımanından oluşmuş bir bulamaçtır.
Kendi düşüncemiz sandığımız şeylerin başkalarının üzerimizdeki etkisi olduğunuzu gördüğümüzde hayata uyanmaya başlarız.

Yaratıcılık bu zihinsel özgürlüğün bir sonucudur.
Özgür kalmış zihin artık kendini manifestosunu yazıyordur.
Baskıya karşı çıkan, direnen öz, kendine patlayacak bir nokta bulup oradan fışkırıyordur.


Insan kendisinin çok önemsiz olduğuna inanır.
Dünyada bu kadar kötülük, acımasızlık, hoşgörüsüzlük varken bu kaynayan kazanda hiç bir şeyin değişemeyeceğini düşündüğü için sürekli bir acı çekiş halindedir.
Ezilenlerin, zarar görenlerin düşüncesi kişiyi çaresiz, acılar içinde ve kızgın bırakır.
Ancak çaresizlik en kötüsüdür.
Her şey mükemmel olabilecekken hiç bir şey yapamamak. Eli kolu bağlı oturmak delirtir insanı.

Ancak insanların atladığı şey olayların tam da böyle olmadığıdır.

Hepimiz birbirimizi etkileriz.
Iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz, herkesin herkes üzerinde etkisi vardır.
Bu insanlardan bazıları televizyona çıkar, bazılarını hepimiz duyarız, bazılarını kimse tanımaz, bazıları reddedilir dedikleri ne kadar doğru olsa da.

Bu etkileme ve etkileri konusunda kimse bir öngörüde bulunamaz.
Ömrü boyunca hiçbir işe yaramadığını düşünerek intihar eden ressamların kuşakların fikirlerini değiştirdiğine, mahkemede parmakla gösterilerek ölüme mahkum edilen bilim adamlarının herkes tarafından kabullendiğine tanık olmuştur tarih.

Yaptığınız şeylerin sonucunu algılayamıyor oluşunuz onu yapmadığınız anlamına gelmez.


Kötü insanlar vardır diyebilmek için önce kötünün ne olduğunu anlamamız gerekir.
Kötü, kişiden kişiye değişen bir kavramdır.
Kötü, sizin için iyi olanın karşılığıdır.
Ama sizin için iyi olan bir başkası için kötü olabilir.
O halde kötü, ve tabii ki iyi, görecelidr.

Eğer göreceli ise evrensel bir iyi kavramından nasıl bahsedebiliriz?

Geçmişin kötülükleri sayesinde iyi olmayı öğrendiğimizin farkında mıyız?

Milyonların öldürüldüğü savaşları lanetlemeyen bir insan evladı var mıdır?

Ancak bugün ciddi kitlesel savaşlar olmuyorsa bu biraz da geçmişin hatalarından ders almamızdandır.
Kollektif bilinç tarih yoluyla taşınır, diğer kuşaklar yeni öğretileri eskilerinin ışığında ortaya çıkarır.
Böyle bir bakış açısı kötülüğü yanlış ya da gereksiz bulamaz, nasıl birbirini yiyen 2 hayvana şaşırmıyorsak insanın yıkıcı doğasına da aynı biçimde şaşıramayız.

Dünyadaki kötülüğü sona erdirip herkesin mutluluk ve barış içinde yaşayacağı bir dünya diliyor ama çaresiz hissediyoruz.
Bu iç uyumsuzuk beraberinde üretkenliğin duruşunu getiriyor.



Halbuki böyle bir durumda yapılabilecek tek bir şey vardır. Üretmek.
Kendini gerçekleştirmek.
Kutuda ne var görmek.

Tek bir kişinin dünyayı ne kadar ciddi bir biçimde değiştirilebileceğini anlamak istiyorsanız tarihe bakın. Kahramanları inceleyin. Hiç biri bir şeyi bitirmek için çıkmadı yola, her biri yeni bir şey yapmak için çıktılar. Her birinin bir dünya planı vardı...tıpkı bizlerin de aslında sahip olduğu gibi.

Ne yaptığınızın önemi yok, sadece onu kendinizi vererek, en iyi biçimde yerine getirmeye çalışın. Bir amaç uğruna değil, sadece yapmaktan haz aldığınız, bu şekilde kendinizi ifade ettiğiniz için. 
Kişinin kendini vererek yaptığı şeyler, hangi disiplinden olursa olsun benzersizdir. Kişinin yaratıcı özgürlüğü eserine yansır. Yiğidin yoğurt yiyişi bundan sonra başlar.
Öncesindeki dönem özgürlük yoludur.
Kişi ürettiği her yeni şeyle gerçekliği daha net kavramaya başlar.
Oto pilotunun, düşünsel kendi'nden daha iyi performans gösterdiğine şahit olur.
Ürettiği şeyler kendine olan güvenini artırır.
Birer kişisel toteme dönüşür eserler.

Bir formül gütmeden, kişinin o anda tüm benliğini vererek yarattığı eserler şüphesiz ki benzersizdir. Piyanistler virtüöze, düşünürler dahiye, sporcular efsaneye böyle anlarda dönüşürler.
Bunun yöntemi keşfedildiğinde, anlaşıldığında yeni bir tarih yazılmaya başlanıyor demektir.

Sizin tarih yazdığınıza yeni uyanmış olmanız bir ömür boyu tarih yazmış olduğunu da değiştirmez.

Sizi o anlara taşıyan her şey o anın bir parçasıdır.
Bu da demektir ki, başınıza gelen iyi kötü tüm şeyler sizi o ana taşımıştır.
Bu nedenle de hepsi yaşanmalıdır.
Hepsi de iyi ki yaşanmıştır.
Bu tarz bir deneyim, hayatınızda “kötü” diye nitelendirdiğiniz tüm anların anlamını değiştirir.
Artık olanlara kızamazsınız.

Artık gerçeklik başka bir şeydir.



Çünkü sonunda dönüştüğünüz bu muhteşem şeye yol açmışlardır.

Anlaşılması gereken en önemli nokta bu muhteşem şeye bir anda dönüşmezsiniz, sadece o olduğunuzu anlarsınız...başından beri.

Sınırsız bir potansiyele uyanırsınız.
Artık her şey mümkündür.

Işte o anda dünya değişir.


İçindekiler 02. korku, endişe ve diğer küçük şeyler

Her seferinde bizi durduran, tat kaçıran,
Her türden negatif şeyden bahsediyoruz aslında.

Bu aramaya başlamamız gereken şey.
Kökenine inip neden yaptığımızı anlamamız gereken, büyük ihtimalle çocuk ya da ergenken içe yerleşip yakın zamanda evinden atılacak olan....

Üzerine çok düşündüğümüz korkulardan biri başarma korkusu...
Başarınca peşinden gelecek olaylar zincirinden inceden çekinmek de diyebiliriz aslında.
Hazır olmadığını düşünmek.

Bir diğeri yetersizlik endişesi...
Kendine tam olarak inanamama durumu olarak da tezahür edebilir kendisi.
"Benim şansım yaver gitti aslında" sendromu olarak da algılanabilir.
Insanın kendini sürekli tatmin etmesini gerektiren bir konu aslında.

"It was cool that an Oscar nomination never happened for a long time, and then it was cool that it did happen. But I don't want to always be feeling this thing in my chest like, 'Am I good enough? Am I gonna be rejected?'"
                                                                                                                 Bill Murray

En fenalarından biri de "şu anda yapabiliyor muyum acaba?" endişesi.
"An"ların düşmanı...


Bir şeye başlarsın, bir an çok iyi gider, o kadar iyidir ki yaptığın şeyi bırakıp "vay be çok iyi gidiyor galiba" dersin...
ve o şey o anda iyi gitmeyi bırakır...
biz yeni uyanmış gibi hissederken, tüm o iyi şeyler, kırılmak üzere yere düşmektedir.

O nedenle yaptığın şeyin içinde kaybetmelisin kendini...
geriye bakmadan...kendine soru sormadan...akışı bozmadan.
Çünkü ortasında bozarsan, tekrar o ruh haline girmek de bir süre, rüyadan uyanmış göründüğün için toparlaman da...

O yüzden, "bitene kadar durma, düşünme”.

Gerçekten iç sesinin sana bişeyin nasıl gittiğini söylemesine ihtiyacın yok...
çoğu zaman tek ihtiyacın olan kontrolü kendine bırakıp; sonunda, her şey bittiğinde nasıl olduğuna bakmak.

Çünkü endişeler, onları dinlediğinde haklı çıkarlar.

Içindekiler 01. yap

yap, 

çünkü yapmazsan daha fazla içine dönecek, 
daha fazla düşünecek, yapmadığın şeyler için pişman olacak, 
şüphelerini gideremeyecek (çünkü başkalarının sözlerini gözü kapalı kabul etmeyi reddeden sistemlerimiz var)* ve hep aynı soru işaretlerinin yaratacağı küçük cehennemde kalacaksın. 

yap, 
çünkü ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.... 
dahası sen de bakmazsın...
o yüzden kendine inanamıyorsun. çünkü yapılmışı yok. 
çünkü "evet, bu şundan güzel" diyemiyorsun şu anda. 
halbuki, yapmaya başlayınca, milyonlarca alternatifi olan bir yola girip, aldığın yoldan memnun kalmazsan istediğin anda şeridi değiştirebileceksin. 

yap, 
çünkü yaparken her şey düşündüğünden farklı olacak. 
şu anda detayını belirleyemediğin bir çok konu o zaman anlam kazanacak. 
ve yapmanın, düşünmekten sonra değil, onunla beraber yürüyen bir süreç olduğunu anlayacaksın... 
sorunları çıplak gözle algılayabilmenin ne kadar önemli olduğunu. 
gerçek sorunlar, sen planını gerçek hayata aktarmadan ortaya çıkmayacak, çıkmazsa da çözülmeyecek…o yüzden yap. 

(bence yapmanın önündeki en önemli engellerden biri bu sorunlar. öngörüp nasıl çözeceğimizi bilmediğimiz, öngörüp nasıl çözeceğimizi bildiğimiz halde iş oldukları için haz etmediğimiz ve öngörmeyip ağzımıza sçacağını tahmin edip ne olacağını kestiremediğimiz şeylerin bileşkesinin uzaktan bakınca bir dağ gibi görünmesi. biraz daha ağırdan almanın davetiyesi gibi. ama sorunlar, çok yakınlarına geldiklerinde bir dağ gibi görünmüyorlar. etrafında çok sevdiğin şeylere bak... hepsi "yapılabileceğinin" kanıtları. ) 

yap, 

çünkü daha yapman gereken çok şey olacak. 
çünkü o beyin düşünmeyi bırakmayacak. 
yürüdüğün yol, hiç bitmeyecek. 

yap, 

çünkü yaptıkça kendini tanıyacak, 
tanıdıkça daha farklı yapmaya başlayacaksın. 
farkına bile varmadan, kendini anladığın, kendini anlattığın bir hikayeyi yazacaksın. 

o yüzden yap, 

sevelim, nefret edelim, anlatalım, konuşalım. 
sonra daha iyisini yapalım.

dualist düşünceye dair 01



Insan düşüncesinin temelinde kendisi vardır.
Kendisini başkalarına bakarak tanımlar.
Onların ortalamaları üzerinden kendini değerlendirip, bu sonuç ışığında kendini sever (ya da sevmez).
Ancak atladığı şey, ne diğer insanları ne de kendini aslında anlamadığıdır.
İnsan kendi kişiliğini tanımlara sokmaya o kadar meraklıdır ki, bütün bir ömür boyu kendisini tanımlayacak kavramları, aksesuarları arar.
Bulduktan sonra da bu değerlerin avukatı olur. O değerler üzerinden kendini tanımlamaya başlar.
Inançlı, hayvansever, adaletli, cesur gibi kavramlar etrafında döner hayatı. Bu kavramları anlamak istediği gibi anlamlandırdığı halde, evrensel doğruya sahipmiş gibi yapar.  Bu sondan eklemeli gerçekliği korumak için gerekirse ölür.
Yine aynı şekilde kendine düşman kavramlar da yaratır (ya da hali hazırda olanlardan seçer). Acımasızlık, günahkarlık, paragözlülük vb. şeylerin karşısında olur her zaman. 
Bu kavramların bertaraf edilmesi için gerekirse öldürür.
Ne var ki, insan icadı, kavramların hangilerinin iyi, hangilerinin kötü olduğuna da insan karar verir.
Bazı kavramlar yüzyıllar boyunca gurur duyulacak şeylerken bir anda ölüme sebebiyet verebilecek hale gelebilirler. Herkesin normal saydığı şeylerin bir gecede suça dönüşmesi kavramların anlamlarının değişmesiyle değil, güç sahibi olanların farklı düşünmesiyle açıklanabilir ancak.

Bu kaçınılmazdır aslında düşününce. 
Subjektif düşünceler üzerine geliştirilmiş subjektif yaklaşımlar ne kadar doğru olabilir ki?

Gerçeklik ve olasılıklar teorisi 01


Gerçek nedir?

Bir şeyi gören 4 kişi de o şeyin ne olduğuyla ilgili net olamıyorsa o şey nedir? kim haklıdır?
O şeyi yapan, üreten kişi mi?
Yoksa ona daha çok zaman ayırıp tüketen kişi mi?
Eğer gözün gördüğü, elin tuttuğu şeylerde bile hemfikir olamıyorsak, gerçek nedir o halde?
Çoğunluğun sesi mi? Kazananın yorumu mu? Onu miras alan yeni nesillerin bakışı mı?

Herkesin çöp dediği şeyin 1 günde sanat eseri sayılmaya başlanması kimin suçudur?
Sanatın mı? Eserin mi? Galerinin mi? Yoksa toplumun mu?

Tabii ki toplumun etkisi gibi görünebilir ama öyleyse bile gerçek nasıl bu şekilde hızla, öngörülemeyen biçimde şekil değiştirebilmektedir?

Sahi, gerçek nasıl değişir? Bükülür...kırılır...?
Israrla mı? Bekleyerek mi? Inançla mı? Sevgiyle mi? Sırayla mı?

Eğer gerçeklik üzerinde hemfikir olunamayan bir konuysa, gerçeklik kişiye özel değil midir? Hatta bastıranındır bir noktada. Sen de benim gibi gördüğünde daha gerçektir belki de...
Bir sarhoşluk anıdır, arkadaş gazı, toplumsal fenomen ya da onun gibi bir şeydir ama geçicidir...binlerce yıl sürse bile biri bir birgün "hayır, bu aslında şudur." der ve her şey, geri dönüşü olmayan bir biçimde değişir. Gerçek başka bir şeydir artık...zaten hiç senin olmamıştır.

Hiç senin olmadıysa kimsenin olmamıştır ama....çünkü yalnızca bir yanılgıdır gerçeklik....bir varsayım. Birinin diğerleri üzerinden yaşadığı bir hayal.

Eğer böyleyse;
eğer ki gerçeklik sandığımız kadar sağlam değilse;
o halde belki bizim tarafımızdan da bükülebilir, hatta kırılabilir...

Gerçeklik, birileri gelip onu değiştirsin diye bekliyordur belki de...ya da herkesten, her şeyden bağımsız değişiyordur sürekli...ya da sadece bir kavram olduğu için aslında hiç var olmamıştır.